SANCI Yanında birileri olsun isterdin, pek uzak olmayan bir geçmişte. Yanında olurlarsa, yalnız hissetmem sanmak, ilk yanılgın olmuyor. Daha öncekilerin hakkını vermelisin. Yaşama isteğine yönelik saldırıların ve bunun son bulması -tamamıyla haksızdın, sanırım- uzun sürmüştü. Üstelik bu saldırıların hepsi de, göstermelik kalmıştı. Taktığında bitkinlik ve umutsuzluğa boğan, o çimen yeşili ince çerçeveli gözlük sana çok yakıştığından – arkadaşların derdi bunu, sen yalanı hissederdin- onu çıkarmayı bir an düşünmedin. Arkadaşların gözlüklü hâlini daima övüyorlardı. Ne kadar güzel bir gözlüğe sahiptin! Bu gözlüğün değerini bilmeliydi insan. Ama sen, hiç yakıştırmadın kendine. Sahici ve samimi -ki bunlar pek önemli sence- durmuyordu, huzuru damla damla arayan gözlerinde. -Çok kıymetli ve çok hastalıklı- gözlüğünü taktığında aynalardan ve kitaplardan kaçardın. Tanıyamazdın yazarları... Özellikle, şu romantik olanları okuyamazdın. Sabırsız ve dengesiz yapardı o gözlük seni. Sabırsız ve... biraz fazla meraksız. Günün birinde yine ve yine yaşamın tüm doyumlarına ve doyumsuzluğuna ulaştığını fark ettiğin an, bu hayatın kapısını, varlığından uzaklaşana dek kapalı tutmak amacıyla gezindiğin, bir tarafı aşkın kırmızı rengiyle bir tarafı bu kırmızının kanatan dürüstlüğüyle kaplı, mavinin sert ve son derece acımasız vuruşlarına kulak veren uçurumunda bulduğun vurdumduymazlık, bu andan sonra peşine takılıp kalmıştı. Başka kimseye uğramadı, hiç sıkılmadı senden. Sohbetin onu sarıyordu. Bağlanmıştı artık sana. Sıkı sıkıya tutununca sesini çıkarmak aklına gelmediyse de, seni gerçekten sevdiğini ama sevmekten anlamadığını izah etmesi, midenin şeytani bulantısını, her seferinde hayretle yere sermene neden olurdu. Yine de, her an beraber olmaktan usanmadınız. Beraber uyudunuz. Beraber uyandınız. Hiç bırakmadı seni - bırakamazdınız birbirinizi. Sen de bağlandın ona, şimdi yalanın sırası değil. O olmadığında, nemli beyaz güllerin doldurduğu, dipsiz, ilk bakıldığında felaketlerin ve coşkunlukların şehrini andıran çukuru kapatacak kuru ve tok toprağın, nefesini elinden almasına herhalde izin verirdin. Zamanla, kırık dökük -israf olmasın diye biraz eski- mezar taşının soğukluğunu duymanın haklı sevincini yaşamaktan da ölesiye mutluluk duyardın. Ama şimdi bunu düşünmenin sırası değil. Şimdi düşünmenin sırası mı, o da muallak. O veya bu nedenle amansız bir hastalığa yakalanılan vakit olduğu gibi tekrar ve tekrar boşluğa savrulduğun bir yaşamın içindeyken düşünmek ya da düşünmemek, var olmak ya da var olmamak, görmek ya da görmemek, sevmek ya da sevmemek, susmak ya da susmamak, konuşmak ya da konuşmamak anlamını tamamıyla kaybetti. Ve senin de anlamını kaybettiğin ve bulamayacağın gerçeğini kabullenmeni bekliyor, tüm seyirciler. Her biri karşında dikilip, sana birkaç sözcükle gülünç ve korkunç olayları hatırlatıyor. Hiçbirini es geçmeden, zihnini bunlarla doldurmak için özenli bir gayret içerisine girdiklerini görmen, uzaklara -herkesin gitmek istediği o çok uzaklara- gitme isteğini, doluya tutulmuş bir yavru kedinin ruhundan duymanı ve birden bire kaybolmanın gerekliliğini görmeni sağlıyor. Ben ve benim gibi acizlere, yaşamı ve yaşamın dışında olmayı çoktan öğretmişti, hilelerini saklamaya ihtiyaç duymayan hayat. Bizleri taklit edenler, ihtiyacı duyulan huzursuzluğun ya da mutsuzluğun , yardımcı karakterleri olmaya çabalamaktan geri durmuyor, canla başla çalışıyorlardı. Bunu, bulutların ıslattığı ellerinin tereddütsüzlüğü ile yapıyor, sol yanında ağırlığını duydukları acının, elleriyle beraber yıkanıp temizlenmesini umut ediyorlardı. Bunu durmaksızın umuyor, yalnız umutları diri kalıyordu...