‘Son Şans’ İlginç bir Öykü
İstikbal Özel Haber/Rüştü Aydın- Herkese bir şans fırsatının olabileceği düşüncesiyle kaleme alınmış “Son Şans” isimli öykünün yazarı Fatma Öztutan, Tarsus’un taş sokaklarından “Hırsızım ben” diyerek öyküsüne başlaması, ilgi çekeceğe benziyor…
İŞTE O ÖYKÜ:
SON ŞANS
“O gece, yağmur Tarsus’un taş sokaklarını sabırla yıkıyordu. Gözyaşı döken bir gökyüzü gibi, damlalar caddelere usulca düşüyordu. Ben, bir apartmanın gölgeli köşesinde bekliyordum. Ellerim ceplerimde, başım eğik.
Hırsızım ben. Ama aklınıza gelen türden değil. Hayat bana başka çare bırakmadığı için çalıyorum. Bir çocuk, aç karnına uyuduğu gecelerin sabahında nasıl uyanır, bilir misin? Bilmeyen bilmez, ama ben bilirim.
On üç yaşındaydım ilk kez aç kalmanın ne demek olduğunu öğrendiğimde. Annem elimden tutup fırına götürmüştü. Fırıncıya borcumuz olduğunu söyledi, ama adam gözlerini kaçırarak başını sallamıştı. O gün annem, ekmek tutan o sıcak parmaklarıyla sırtımı sıvazlamıştı. “Bize bir kapı açılacak,” demişti. Ama o kapı hiç açılmadı.
Yıllar geçti. Ben büyüdüm. Hayat bana merhametli olmayı öğretmedi. Kimi hırsızlar ceplerini, kimi hırsızlar ruhlarını boşaltır. Ben yalnızca aç kalmamak için çalardım. Ta ki o geceye kadar.
Gözümü diktiğim apartman, şehrin zenginlerinden birine aitti. Günlerdir izliyordum. Üst katın ışıkları sabaha kadar yanardı. Alt kat ise geceleri zifiri karanlığa gömülürdü. Ev sahibi, yaşlı bir kadındı. Torunu bazen uğrardı, ama çoğu gece yalnız olurdu.
Tornavida yardımıyla kapıyı açıp içeri girdiğimde nefesimi tuttum. El fenerimi yaktım. Her şey düzenliydi. Sehpanın üstünde açık bir kitap, cam kenarında örgü ipleri… Ama en önemlisi, mutfakta duran gümüş çatal bıçak takımıydı. Onları alıp çıkmam beş dakikamı almazdı.
Tam raftan bir kutuyu indirirken arkamda bir hışırtı duydum. Döndüm. Göz göze geldik.
Yaşlı kadındı.
Başında örgü şalı, yüzünde beni olduğum gibi gören bir ifade. Korku yoktu. Bağırmadı. Gözlerinde yalnızca bir hüzün vardı.
— Aç mısın?
Şaşırdım. Ne diyeceğimi bilemedim.
Kadın mutfağa yöneldi. Beni evinden kovmadı. Polisi aramadı. Sakin adımlarla bir tabak hazırladı. Biraz peynir, biraz zeytin, birkaç dilim ekmek. Önüme koydu.
— Otur.
Hiç kimse, hiçbir zaman, bana böyle bir şey söylememişti. Yüreğimde bir şeylerin çatırdadığını hissettim. Ellerim titredi. Yavaşça sandalyeye oturdum. Kaşık tutan parmaklarım, nasıl titrediğimi görmesin diye sımsıkı kenetledim.
Kadın, eski ahşap sandalyeye oturdu. Yağmur camlara vuruyordu. Derin bir sessizlik oldu. Sonra sordu:
— Neden buradasın?
Cevabım yoktu. Yutkundum. Ellerim cebimde. Başım eğik.
— Biliyor musun, dedi kadın, insanlar hayatlarında en az bir kez hata yapar. Ama bazen biri gelir, sana bir şans daha verir.
Gözlerim yaşardı.
— Adın ne? diye sordu.
— …Mehmet.
— Mehmet, dedi yavaşça. “Bu, senin son şansın olabilir.”
Birkaç lokma yedim. Karnım doymamıştı ama boğazımdan geçmiyordu. O geceyi unutamam.
Giderken cebime bir şey sıkıştırdı. “Bunu al,” dedi. Küçük, eski bir anahtar. “İş bulmak istersen de, şu adrese git.” dedi. Başımı öne eğip sessizce oradan ayrıldım. Lakin teşekkür edecek yüzüm yoktu.
Ben, o gece hırsız değil, insan oldum.
Anahtar avucumda, sokaklarda yürüdüm. Gece boyunca düşündüm. İlk kez midemden çok, içimdeki ağırlık canımı yakıyordu. O kadın… Beni polise verebilir, bağırabilir, hatta beni evinden kovabilirdi. Ama onun yerine bir tabak yemek verdi. Ve bir şans.
O şansı hak ediyor muydum? Emin değildim. Ama cebimdeki anahtarı sıkarak sabahı ettim.
Güneş doğduğunda, verdiği adrese gittim. Küçük, eski bir terzi dükkânıydı. Tabelasında “İzzet Usta” yazıyordu. Kapıyı usulca ittim. İçeride bir adam, kumaş kesiyordu. Gür kaşlarının altından sert ama yorgun bakışlarla beni süzdü.
— Hayırdır oğlum?
Yutkundum. Ne diyeceğimi bilemedim. “Bir iş arıyorum,” diyebildim kısık bir sesle.
Adam başını salladı, masaya yanaştı.
— Kim gönderdi seni?
Cebimdeki anahtarı çıkardım, gösterdim. Adam gözlerini kısıp baktı, sonra başını salladı.
— Demek Nebahat Ana…
İçimi garip bir his kapladı. Kadının adını bile bilmiyordum. Şimdi öğrenmiştim.
İzzet Usta bir süre sustu. Sonra derin bir nefes alıp,
— Çalışmak ister misin gerçekten? diye sordu.
— Evet.
Usta gülümsedi. İlk defa.
--- O zaman hadi bakalım. Önce şu makineleri temizlemeyi öğren. Sonra dükkanın düzenini göstereceğim.
İlk gün kolay olmadı. Çalışmaya alışkın değildim. Ellerim titriyordu, dikiş makinesinin ipliklerini doğru dürüst tutamıyordum. Ama Usta sabırlıydı. Kızmadı. “Zamanla olur,” dedi.
İlk haftalar zordu. Ama bir şey fark ettim. İnsan, kazandığı ekmeği yerken daha tok hissediyordu.
Aylar geçti. Ellerim artık kumaşın dokusunu hissediyor, makasın nasıl kaydığını öğreniyordu. Bir müşteri dükkâna girdiğinde, onları karşılamayı bile öğrenmiştim. Ama en önemlisi, kendimi aynada gördüğümde artık bir hırsız değil, çalışan bir adam görüyordum.
Bir gün, Nebahat Ana’nın kapısını çalmaya karar verdim. Elimde bir ekmek ve bir kutu çay vardı. “Borcumdur,” dedim. Gülümsedi.
— Borcun yok oğlum, dedi. “Ama istersen, içeri gir, bir bardak çay içelim.”
İçeri girdim. Aynı küçük mutfak. Aynı sıcak çay kokusu.
— Bir şey soracağım, dedim.
— Sor bakalım.
— O gece… Neden beni polise vermedin?
Kadın durdu. Uzun uzun baktı. Sonra yüzünde ince bir gülümseme belirdi.
— Çünkü bazen insanın tek ihtiyacı bir şanstır, Mehmet.
Gözlerim doldu. Başımı öne eğdim. O gece çaldığım hiçbir şeyi geri vermek zorunda kalmamıştım. Çünkü asıl çaldığım şey, bana hiç ait olmayan bir fırsattı.
Ama belki de kader, bazen yanlış kapılardan geçerek doğru yolu bulmamız için bizi sınardı. O gece bana uzatılan el, sadece bir tabak yemek değil, karanlıktan aydınlığa açılan bir kapıydı.
Ben artık biliyordum…
Bazı borçlar parayla ödenmez.
Bazı yollar, pişmanlıkla değil, teşekkürle tamamlanır.”